Enflasyonun perde arkası: sadece fiyat artışı değil, sınıfsal kazanç mekanizması
Günümüzde enflasyon, genellikle halk arasında “zam” olarak algılanır: pazardaki sebze-meyve fiyatlarının artması, kira bedellerinin yükselmesi, akaryakıtın her hafta zamlanması… Ancak işin aslı çok daha derindir. Enflasyon, yalnızca ekonomik bir gösterge değil; aynı zamanda toplum içinde gelirin bir kesimden alınıp diğerine aktarılmasını sağlayan yapısal bir düzendir. Bu düzen çoğu zaman öyle ustaca işlediği için, milyonlarca insan yoksullaştığının farkına bile varamaz. İşte bu duruma “enflasyon yoluyla servet transferi” denir.
Bu mekanizma şu şekilde işler: Enflasyon ortamında mal ve hizmetlerin fiyatları artar ama ücretler aynı hızla artmaz. Özellikle memur, işçi ve emekli gibi sabit gelirli kesimin maaşları geçmiş dönemin enflasyonuna göre belirlenir. Oysa büyük şirketler, varlık sahipleri, yatırımcılar ve devlete yakın kesimler; fiyat artışlarını çok daha hızlı yansıtarak gelirlerini korur hatta artırır. Sonuçta görünürde herkesin geliri artmış gibi olur ama gerçek alım gücü ciddi oranda azalmıştır. Bu fark, zengin kesimin cebine girmiş bir tür görünmez vergi gibidir.
Rakamlarla görünmeyen kayıplar: büyüyen ekonomi, azalan refah
2002 yılında Türkiye’de bir öğretmenin maaşı 470 TL civarındayken, 2025’te bu rakam yaklaşık 52.500 TL’ye ulaşmıştır. Kulağa büyük bir artış gibi geliyor, değil mi? Ama işin özü öyle değil. Bu artış sadece kâğıt üzerindedir. Gerçekte ise aynı öğretmen, 2002’de maaşıyla 6 altın alabiliyorken, 2025’te belki 3 altın bile alamıyor.
Peki ülke ekonomisi büyümedi mi? Elbette büyüdü. 2002’de Türkiye’nin GSYH’si 240 milyar dolar civarındaydı, 2025’te 1.455 milyar dolara çıktı. Bu yaklaşık 9 katlık bir artış demek. Ancak ekonomideki reel büyüme, yani üretim ve hizmet hacmi yalnızca 3,6 kat arttı. Aradaki 5,4 katlık fark, yani nominal büyümenin neredeyse %95’i, doğrudan servet sahiplerinin, büyük şirketlerin ve devlete yakın grupların lehine gerçekleşmiş bir servet transferidir.
Bu büyümeden memur, işçi, emekli ne kadar pay aldı? Cevap çok açık: Neredeyse hiç!
Finansal kazançlar büyürken, emeğin payı küçüldü
Türkiye ekonomisinde son 20 yılda üretimle kazanılan para azaldı; faiz, kira, döviz, kripto para ve hisse senedi gibi “parayla para kazanma” yöntemleri zenginleşmenin ana aracı haline geldi. Eskiden milli gelirin %38’i emeğe giderken, bu oran %30’un altına düştü. Aynı süreçte finansal kazançların milli gelirdeki payı %15’ten %28’e fırladı.
Yani fabrikada ter döken işçiden, hastanede nöbet tutan hemşireden, okulda ders anlatan öğretmenden alınan pay; arsasını bekleterek milyoner olan, borsada al-sat yapan ya da bankada faizle oturan kişilere aktı.
Bu tablo sadece bir gelir adaletsizliği değil, aynı zamanda sistematik bir sınıfsal sömürü düzenidir.
Dolaylı vergiler: yoksuldan çok, zengini az yoran adaletsiz yük
Vergi sistemimiz de bu servet aktarım düzeninin önemli bir parçası. 2023 yılında devletin topladığı 4,92 trilyon TL’lik verginin yaklaşık %48’i dolaylı vergilerden oluştu. Yani KDV, ÖTV gibi herkesin gelirine bakılmadan aynı oranda ödediği vergiler…
Bu vergiler, düşük gelirli vatandaşlar için gelirlerinin çok büyük bir bölümünü oluştururken; zenginler için adeta “çantada kekliktir. Dahası, bireylerden alınan gelir vergisi 205 milyar TL olurken, büyük şirketlerin ödediği kurumlar vergisi toplam vergi gelirlerinin yalnızca %15’i civarındadır.
Kısacası hem zamla fakirleşiyoruz hem de bu sistemin faturası yine bize kesiliyor.
Değerlendirme: Enflasyon bir ekonomik araç değil, sınıfsal tahakküm sistemidir
Enflasyonun Türkiye’de nasıl bir servet aktarma aracına dönüştüğü ortada. Bu sistemde devlet de kazançlı çıkıyor; çünkü eski borçları reel olarak eriyor. Aynı zamanda, konut ve arsa fiyatları şiştikçe, servet sahipleri bir gecede zenginleşiyor. Ama işçi, memur, emekli ve küçük esnaf için hayat her geçen gün daha pahalı, daha çaresiz hale geliyor.
İşin daha da kötüsü, enflasyona karşı halkın tepkisi “alışmak” oluyor. Çünkü kimse bunun arkasındaki gerçek yapıyı ve kimden alınıp kime verildiğini göremiyor.
Çözüm yolları: Ekonomik adalet için toplumsal politika şart
Bu düzeni değiştirmek mümkün mü? Elbette mümkün. Ancak çözüm sadece faizleri düşürmekle, bütçe yapmakla ya da Merkez Bankası politikalarıyla sağlanamaz. Bu sorunun köküne inmek, gelir ve vergi rejimini yeniden şekillendirmek gerekir. İşte bazı çözüm önerileri:
Ücret artışları sadece enflasyona değil, reel ekonomik büyümeye göre yapılmalı. Yani ekonomi %5 büyüdüyse, memurun maaşı da %5 reel artış göstermeli.
Dolaylı vergiler (KDV, ÖTV) azaltılmalı, yüksek gelirlilerden doğrudan daha fazla vergi alınmalı.
Servet vergisi getirilmeli. Büyük emlak, arsa ve menkul servetler artan oranlı vergilendirilerek kamuya katkı sağlamalı.
Finansal kazançlar (faiz, borsa, döviz, kripto, kira vb.) etkin şekilde vergilendirilmeli.
Teşvikler zengin şirketlere değil, doğrudan çalışana, üretime ve istihdama yönelmeli. Japonya örneğinde olduğu gibi, kriz dönemlerinde devlet maaş desteği sağlamalı.
Konut krizi için çözüm: Evi olmayan çalışanlara, kamuya ait imarlı arsalar tahsis edilmeli. Bu arsalarda kendi konutunu inşa edebilmeleri için düşük faizli, uzun vadeli krediler verilmeli. Bu sayede hem kira baskısı azalır hem de barınma hakkı güvence altına alınır.
Kamu harcamaları adil ve şeffaf olmalı. Vergiler, savurganlıkla değil; sağlık, eğitim ve sosyal hizmetlerde kullanılmalı.
Son söz
Enflasyon, sadece bir fiyatlar genel seviyesi artışı değildir. Türkiye’de yaşanan gerçek enflasyon süreci, alım gücünün düşürülmesiyle birlikte, gelirin yoksuldan zengine sistematik bir şekilde aktarılması anlamına geliyor. Bu durum artık bir ekonomik tercihin ötesinde, bir sınıfsal yönetim modeline dönüşmüştür.
Eğer bu yapısal adaletsizlik kırılmazsa, büyümenin rakamları ne kadar güzel görünürse görünsün; sokakta, mutfakta ve maaş bordrosunda yoksullaşma devam edecektir.
Türkiye’nin ekonomik geleceği için yapılması gereken en temel şey, enflasyonla mücadelenin sadece fiyat istikrarı değil; gelir adaleti ve sosyal dengeyle birlikte ele alınmasıdır.
ZAFER ÖZCİVAN
Ekonomist-Yazar