Bir tiyatro salonuna ne zaman girsek, karşımıza çıkan ilk şey karanlıktır. Belki de bu yüzden, tiyatro ışıkla değil, karanlıkla başlar. Ve o karanlığın içinden bir ses yükseldiğinde, biz seyirciler artık bir başka dünyanın içindeyizdir.
Ama asıl büyü orada başlamaz. Asıl büyü, o karanlığa neden geldiğimizi kendimize sorduğumuzda başlar.
Son zamanlarda sık sık aynı şey kulağıma çalınıyor: “Tiyatro eskisi gibi değil”, “Artık insanı sarsmıyor”, “Her şey çok biçimsel oldu.” Evet, yer yer haklılık payı var. Çünkü bazı oyunlar gerçekten de seyircinin gönlüne değil gözüne oynamayı tercih ediyor. Fakat dürüst olalım… Biz seyirciler olarak da ne kadar hazırız o sarsıntıya?
Bir oyuncu sahnede gözyaşını tutamazken biz koltuğumuzda kıpırdamadan durabiliyor muyuz? Bir karakter içimizde yıllardır söyleyemediğimiz bir cümleyi dile getirdiğinde gerçekten yüzümüz kızarıyor mu?
İyi tiyatro hâlâ var. Ama onu görmek için sadece göz değil, biraz da vicdan lazım. Alkışlamak kolay. Ama hissetmek cesaret istiyor.
Bugün tiyatro sahnelerinde harika işler yapılıyor. Genç oyuncular cesur, yazarlar yenilikçi, yönetmenler yaratıcı. Ama seyircinin de bu yeniliği kucaklamaya niyeti olmalı. Klişe hikâyelerden sıkıldığını söyleyip, aynı konular oynanınca güvenli liman gibi sarılmak çelişki değil mi?
Tiyatro, seyircisinden dürüstlük ister. Ön yargısız gelmesini, kalbini biraz açık bırakmasını, koltuğunda değil, hikâyede oturmasını bekler. Çünkü o ışık sadece sahnede değil, seyircinin içinde de yanarsa oyun tamamlanır.
Ve evet, salon karanlık başlar ama o karanlık, başka bir tür ışığın habercisidir.
Peki insanlar neden gelmiyor tiyatroya?
Belki zamanları yok. Belki ekonomik kaygılar daha ağır basıyor. Belki “tiyatro bana göre değil” diye yıllar önce bir fikir yerleşti içlerine. Belki bir oyun izlemişlerdi zamanında, anlamamışlardı, sıkılmışlardı. Ve o deneyim bir daha hiç kapıyı çalmamalarına sebep oldu.
Bazen de insan kendi hayatının yükünden sahnedeki hikâyeye yer ayıramıyor. “Ben zaten her gün bir oyunun içindeyim” diyor. Haklı. Ama tiyatro öyle bir oyun ki, sizin oyununuza dışarıdan baktırıyor. Belki de en çok bu yüzden zor geliyor: Kendine dışarıdan bakmak kolay iş değil.
Ve elbette şu var: Tiyatro, ekran gibi değil. Durduramazsın, geri saramazsın, başka bir sekmeye geçemezsin. Oradasındır. Canlısındır. Ve o daima şimdidir. Belki de biz, uzun zamandır “şimdi”de kalmaya cesaret edemiyoruz.
Ama gelin. Tiyatro çağırıyor sizi.
Çünkü tiyatro, insana insanı anlatır. En gürültülü çağda bile fısıltıyla bir gerçeği duyurur. Tiyatro, birbirine yabancı otuz kişinin, aynı anda bir cümlede gözleri dolabildiği tek yerdir. Herkesin içini başka yerden yakan aynı yangındır o sahnede dönen.
Bir oyuncunun bakışında kendi çocukluğunuzu, bir karakterin susuşunda annenizin sustuklarını, bir tiradda içinize yıllar önce gömdüğünüz öfkeyi bulabilirsiniz. Bu yüzden tiyatro iyileştirir. Anlamadığımızı açık eder, unuttuğumuzu hatırlatır.
Salona girerkenki sizle, çıkarkenki siz aynı olmazsınız. Olmamalısınız zaten.
O yüzden ne olur bir bilet alın. Ucuz bir koltuk da olur. Sahneye uzak da olsanız, hikâye size çok yakın gelecek. Çünkü orada anlatılan sizsiniz. Ve bazen insanın kendini yeniden duyması için, bir başkasının ağzından dökülen kelimelere ihtiyacı vardır.
Tiyatro karanlıkla başlar ama insanın içini yakan bir ışıkla biter. O ışık, sizi de bekliyor.