Bazı öyküler vardır, okunduktan sonra hemen unutulurlar. Bazı öykülerse sizi yıllarca izler.
Zweig’in Amok Koşucusu, tam da ikinci türden bir anlatıdır. Kısadır ama derindir; sessizdir ama tokat gibidir. Bir adamın, kendi iç çöküşünü anlatırken tüm insanlığa ayna tutan karanlık bir haykırışıdır.
Amok… Malezya’da tanımlanan bir psikoz türü: kişinin kendini bir cinnet hâline bırakıp, önüne gelen her şeye saldırması. Zweig bu terimi alır, onu bir metafora dönüştürür: Tutkunun ve suçluluk duygusunun çarpışmasından doğan bir çılgınlık hali.
Bir doktor… uzak diyarlarda unutulmuş bir adam. Hayattan, insanlardan, belki kendinden bile uzak.
Ta ki bir kadın kapısını çalana dek. O kadının gelişiyle doktorun içindeki “amok” harekete geçer.
Çünkü bu öyküde kadın bir karakter değil, bir tetikleyicidir.
Vicdanın, arzu ile karışan o kara gölgesini ortaya çıkaran bir yüzleşmedir.
Zweig’in anlatımı sarsıcıdır; çünkü karakteri ne suçlar ne temize çıkarır. Onu sadece anlatır.
Doktorun yaşadığı içsel fırtına, bir yağmur gibi başlar… sonra kasırgaya dönüşür.
Ve okur, farkında olmadan onunla birlikte o deli koşunun içine düşer.
Amok Koşucusu, sadece bir bireyin çöküş hikâyesi değildir.
Bu öykü, bastırılmış duyguların, geç kalınmış kararların, ertelenmiş cesaretin romanıdır.
Ve belki de en çok şu yüzden acıtır: O doktorun yerinde bir başkası değil, biz de olabilirdik.