Sanatın neye hizmet ettiği üzerine çokça konuşuldu, hâlâ da konuşuluyor. Kimine göre bir aynadır toplumun kendine tutamadığı; kimine göre, insanın içine açılan bir pencere. Ama her şeyden önce sanat, “anlam arayışı”na verilmiş estetik bir cevaptır. Hem yaratan için, hem izleyen için.
Bugün sanatın içinde yaşadığı dünyaya dönüp baktığımızda; hızın, tüketimin ve gösterişin gölgesinde sıkışıp kalmış imgeler görüyoruz. Sergilerde yan yana dizilmiş işler, kimi zaman sanki kendi sesini bastırmakla meşgul. Tiyatrolar, her sezon art arda “yenilik” kovalarken, o eski katarsisin yerini göz alıcı sahne efektleri almış gibi. Ve dijital çağın sanatçıları, artık sadece eser üretmiyorlar; aynı zamanda algoritmalara da çalışıyorlar.
Ama sanat, yalnızca çağın ruhuna uygun olmakla var olamaz. Ona asıl ruh veren, izleyende bıraktığı o kısa ama keskin duraksamadır. Kimi zaman bir fotoğrafta; kimi zaman bir oyuncunun sahnede iki saniye fazladan sustuğu yerde hissedilir bu. Anlatmak zorunda değilsinizdir, çünkü hissettirirsiniz. Sanatın gücü de burada başlar: Gözle değil, içgörüyle anlaşılır.
Bu yüzden sanat eserine bakarken yalnızca “beğendim” ya da “beğenmedim” demek yetmez. Sanat; izleyeni sorgulamalı, gerekirse rahatsız etmeli. Çünkü rahatsızlık, dönüşümün en doğal habercisidir.
Şimdi size bir soru: En son ne zaman bir eser karşısında yerinizde duramadınız? Gözünüzde bir damla yaş birikti mi? Ya da yüzünüzde tarif edemediğiniz bir tebessüm? Eğer cevabınız “çok olduysa” ne mutlu. Ama “hiç” ya da “uzun zaman olduysa”, işte tam da bu yüzden hâlâ sanat üzerine konuşmaya ihtiyacımız var.