Türkiye’de tekstil sektörü bugün en zorlu dönemlerinden birini yaşıyor. Kur baskısı, yüksek maliyetler, daralan talep, finansmana erişim sıkıntısı… Evet, Türkiye’de ekonomi kötü; bunu herkes kabul ediyor. Ama burada durup tek taraflı ağıt yakmak da doğru değil. Çünkü bu hikâyede sadece dış şartların değil, sektörün kendi hatalarının da büyük payı var.
Yıllardır bir ezber hâkim oldu:
“Zora mı girdik? Gümrük tarifelerini artır, ithalatı kapat, bizi koru.”
İyi de bu koruma duvarı perde arkasında neyi örttü?
Söyleyelim: Rekabet edemeyen firmaları yaşatıp dünya liginde yürümek yerine küçük sahalarda birbirimizi alkışladık. İçeride kral olduk, dışarıda varlık gösteremedik.
Teşvikler, Hibeler, Destekler… Sonuç Nerede?
Devlet yıllar boyunca ihracat desteğinden UR-GE programlarına, yatırım teşviklerinden KOSGEB hibelerine kadar tonla kaynak aktardı. Ama bugün sektör hâlâ ayakta kalma mücadelesi veriyor.
Peki o zaman şu soruyu sormak hakkımız değil mi:
Bu teşvikler nerede? Ne üretildi? Ne dönüştü? Ne değişti?
Gerçek şu:
Birçok firma teşvikleri, üretimi geleceğe taşıyacak teknolojiye, markalaşmaya, tasarıma veya inovasyona yatırmak yerine “o anı kurtarma” refleksiyle kullandı.
Makine yenilemek yerine bina yapıldı, fuara gitmek yetenek sandı, katalog bastırmak markalaşma zannedildi, fason üretimden çıkmadan BMW’lerle fabrikaya giriş yapıldı.
Bugün tekstilci şikâyet ediyor:
“Maliyetler yükseldi, Çin ucuz, Bangladeş agresif, Avrupa siparişleri azalıyor.”
Doğru. Ama diğerleri boş durmadı ki.
Biz uyurken dünya koştu.
Sektörün Büyük Yanılgısı: Rahat Konfor Alanı
Sektörün ezberi şuydu:
Ucuza üret – iç piyasada sat – dışarıda kur avantajıyla fiyat kır.
Bugün rekabet “fiyatla” değil;
tasarımla, know-how ile, hızla, teknolojiyle, dijitalleşmeyle, sürdürülebilirlikle yapılıyor.
Ama biz neyi konuştuk?
- Moda mı?
- Markalaşma mı?
- Global supply chain yönetimi mi?
- Tekstil 4.0 mı?
Yok.
“Kur artmıyor, battık.”
Bu bakış açısı yüzünden piyasa bir süre sıcak kaldı, ama buz aşağıdan eridi.
Gerçek Problem: Türkiye’nin Tekstilcisi Dışarıda Yok
Bugün birçok Türk firmasının uluslararası pazarda görünürlüğü yok.
Kendi markası yok.
Tasarım gücü sınırlı.
Ar-Ge kültürü cılız.
Ve en acısı şu:
Korunmak o kadar kolaydı ki, rekabet etmeyi unuttuk.
Bugün Avrupa tedarik zincirini yeniden kuruyor. Yakın coğrafyadan alım artıyor. Bu bizim tarihî fırsatımızdı. Ama ringe çıktığımızda birçok firma şunu fark etti:
Kaslarımız var sanıyorduk, meğer yıllardır aynaya bakıyormuşuz.
Evet, Ekonomi Kötü. Ama Bu Tek Başına Bir Mazeret Değil
Elbette kur baskısı, kredi sıkıntısı, maliyet artışları sektörü daralttı.
Ama sektör kendine şu soruyu da soracak:
Dünya değişirken biz ne yaptık?
Bugün Avrupa’da bir tekstil firması “yüksek verimlilik – yüksek teknoloji – yüksek tasarım değeri” üçgeniyle yürüyor.
Biz ise hâlâ “işçilik ucuz olsun, kur artsın, ayakta kalalım” mantığındayız.
Bu strateji 1990’da işliyordu. 2025’te değil.
Aynı Hikâyenin Sonu: Korumayla Büyüyen Korumayla Biter
Sen iç pazarı koru,
tarife duvarlarını yükselt,
ithalatı zorlaştır…
Peki dışarıda kim seni koruyor?
Dünya rekabeti acımasız.
İhracatçının önünde sadece tek gerçek var:
Ya daha iyisini yapacaksın, ya sahneden çekileceksin.
Bugün sektörün yaşadığı şey tam olarak bu.
Tekstil sektörü, Türkiye ekonomisinin bel kemiği olmaya devam edecek kapasitede. Burada tartışma yok.
Ama kabullenmemiz gereken şu:
- Teşvikler israf edildi.
- Rekabet anlayışı demode kaldı.
- Markalaşma ciddiye alınmadı.
- İnovasyon kültürü zayıf kaldı.
- “Koruma ve yüksek kur” bağımlılığı sektörü tembelleştirdi.
Bugün sokakta konuşulan şu:
“Ekonomi yüzünden battık.”
Hayır.
Ekonomi kötü olduğu için değil, dünya değişirken değişmediğimiz için tökezledik.
Türkiye tekstilinin yeniden ayağa kalkmasının formülü basit:
İçeride kral olmak değil, dışarıda oyuncu olmak.
Gerisi sadece mazeret.
