Devletin kurumsal hafızası, sadece mevzuatla değil, o kurumun içinde yetişen insanların emeğiyle ayakta kalır. Ancak son yıllarda Türkiye’de atamalar, kurumsal birikimin değil, kişisel sadakatlerin yarıştığı bir alan hâline geldi.
Bir bakıyoruz; bir bakanlıkta kritik birimlere liyakatle değil, tanıdıklıkla gelen isimler oturuyor. Bir diğeri, yıllarca emek vermiş uzman kadroları bir kenara bırakıp “bizden olsun yeter” anlayışıyla yönetiliyor. İşte tam da bu noktada sistemin çarkı dönüyor gibi görünse de, içten içe aşınıyor.
Atama tercihlerinde yapılan her yanlış, sadece bir kurumu zayıflatmakla kalmıyor; doğrudan hükûmetin güvenilirliğini de sarsıyor. Çünkü halk, adalet duygusunu en çok bu tür somut örneklerde sınar. Kim hak ettiği yere gelemiyorsa, kim torpille yükseliyorsa, toplumun vicdanında o iktidarın kredisi tükenmeye başlar.
Bugün kamuoyunun en fazla tepki gösterdiği konuların başında atamalar geliyor. Vatandaşın dilinde artık şu soru var:
“Neden hep birilerini tanıyanlar bir yerlere geliyor, hiç mi adalet kalmadı?”
Bu soru, aslında bir uyarı niteliğinde. Çünkü adalet ve liyakat, bir iktidarın en güçlü meşruiyet zeminidir. Bunlar zedelendiğinde, ne ekonomik başarılar, ne diplomatik kazanımlar halkın gözünde anlamlı kalır.
Bir ülkenin geleceği, ehliyetli insanların göreve gelmesiyle şekillenir. Eğer makamlar liyakat yerine sadakatle dağıtılıyorsa, o sistemin içinde yetenekli insanlar sessizce uzaklaşır. Yerine kalanlar ise “aman ses çıkarmayayım” diyenler olur. Böyle bir bürokrasiyle ne reform yapılır, ne güven inşa edilir.
Sonuçta olan hükûmete olur. Çünkü yanlış bir atama sadece bir kişiyi değil, bir dönemi zedeler.
Doğru olan ise bellidir:
Görev, hak edene verildiğinde devlet güçlenir; torpille verildiğinde çürür.
Gerçek reform, yasalarla değil, adaletli tercihlerle başlar.
Ve unutmayalım:
Bir hükûmeti yıpratan muhalefet değil, adaletsiz kadrolaşmadır.
