Tarih, yalnızca sararmış arşivlerde kalmaz; şehrin sokaklarında, insanların hafızasında ve dualarında yaşamaya devam eder. Kudüs’te ezanla karışan hüzün, Gazze’nin yıkılmış duvarlarına sinmiş umut, Bosna’dan Somali’ye uzanan kardeşlik bağı hep aynı gerçeği fısıldıyor: Osmanlı’nın izleri hâlâ bu coğrafyada solmadan duruyor.
Asırlar önce adaletle kurulan o düzen, bugün hâlâ konuşuluyor. Kudüs’teki taşların arasına sinmiş hatıralar, Filistin’in zeytin ağaçlarına asılı hikâyeler bize bunu hatırlatıyor. Bir zamanlar adaletiyle sarsılmaz bir güven inşa eden bir devlet vardı. Kudüs’teki tüm inançlara eşit mesafede duran, Mekke’den Medine’ye uzanan o büyük medeniyet, adeta bir şemsiye gibi bölgeyi korumuştu.
Ve sonra… Sessizlik. Osmanlı’nın çekilişi, coğrafyayı sarsan bir boşluk bıraktı. Batılı güçlerin masa başında çizdiği haritalar, ruhu olmayan sınırlar yarattı. Bugün yaşanan karmaşa, o boşluğun hâlâ kapanmadığının en açık kanıtı.
Ankara’nın son on yılda attığı adımlar, bölgedeki dengeleri kökten etkiledi. Karabağ’daki stratejik destek, Doğu Akdeniz’deki enerji hamleleri, Afrika’da kurulan diplomatik köprüler, Suriye ve Irak’ta yürütülen operasyonlar… Bu adımlar, Türkiye’yi sadece bir bölgesel aktör olmaktan çıkarıp, küresel denklemin zorunlu muhatabı hâline getirdi.
Tel Aviv’in masalarında hazırlanan raporlar bu gerçeği açıkça kaydediyor. Savunma sanayisinin ulaştığı nokta, insansız hava araçlarının sahada kurduğu üstünlük, elektronik harp sistemlerindeki ilerleme ve enerji politikalarındaki hamleler, İsrail’in stratejik planlarını sürekli güncellemeye zorluyor. Ancak asıl endişe, bu yükselişin arkasında yatan manevi motivasyonda.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bölge halklarına seslenirken kullandığı dil, teknik bir diplomasiden öte, inanca yaslanan bir diriliş çağrısıdır. Bu çağrı, Arap coğrafyasında karşılık buldukça, İsrail’in diplomatik yalnızlığı daha görünür hâle geliyor. Kudüs’te, Kahire’de, Tunus’ta yükselen dualar, yalnızca birer dini ritüel değil; Türkiye’nin yeniden ayağa kalktığını gösteren güçlü bir sembol hâline geldi. Türkiye, tarihsel hafızasını kaybetmeden, modern dünyanın gerçeklerini okuyarak adım atıyor. Bu, yalnızca askeri veya ekonomik bir yükseliş değil; bir ruhun yeniden uyanışıdır. Osmanlı’nın adalet anlayışı, mazlumun yanında durma kararlılığı ve coğrafyaya düzen getirme misyonu, bugün yeni bir dil, yeni bir strateji ve yeni bir vizyonla sahaya yansıyor.
Netanyahu, bu yükselişi “Neo-Osmanlı” olarak tanımlasa da, gerçekte olan çok daha derin. Bu, bir kimlik arayışından öte, tarihin, coğrafyanın ve milletin ruhunun yeniden inşasıdır. Ve bu süreç, sadece bölgeye değil, küresel düzene de yeni bir yön verecek potansiyele sahip.Netanyahu’nun rahatsızlığı, tam da bu güvenin giderek büyümesinden kaynaklanıyor.
Bugün bölgedeki değişimi okumak isteyen herkes şunu fark ediyor: Türkiye, yalnızca ekonomik ya da askeri bir güç olmanın ötesinde, adalet arayışının sembolü hâline geliyor. Mazlumun yanında duran bir irade, dünyanın suskun kaldığı anlarda bile sesini yükseltiyor.
Bu yükseliş, tarihin unutulmuş sayfalarından yeni bir cümle yazıyor. Osmanlı’nın adalet anlayışı, mazlumu koruyan vicdanı, bu çağda yeni bir dil ve yeni bir strateji ile yeniden doğuyor. Kimileri bunu “geçmişin gölgesi” diye okuyor; oysa hakikat, geleceğe uzanan güçlü bir yürüyüşten ibaret. Hepsi tek bir cümleye dönüşüyor: “Zafer, sabredenlerindir.”
Bugün bu adımların karşısında korku var, tereddüt var. Çünkü biliyorlar ki tarih, gücün değil, imanın yanında durur. Nice ordular, nice emperyal düzenler çöktü; ama inancı olan milletler, küllerinden doğdu.
Tarih bir kez daha yazılıyor. Bu defa kalem, adaletin ellerinde. Bu defa cümle, mazlumun duasında. Bu defa yürüyüş, imanla yoğrulmuş bir iradeyle sürüyor.
Ve biz biliyoruz: “Eğer Allah’ın dinine yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar.” (Muhammed Suresi, 7. Ayet)
Gecenin en karanlık anında bile yüreklere düşen bir ışık var. Çünkü zafer, inananlarladır. Çünkü bu yürüyüş, yalnızca bugünün değil, asırların duasıdır.