Biz ona hiçbir zaman sadece “Suriye” demedik. O, Biladü’ş-Şam’dı; ilimle, hikmetle, aşkla yoğrulmuş bir belde… Ve bugün, bu belde yeniden tarih sahnesinde… Osmanlı’nın Şam valilerine yazdığı beratlarda şöyle geçerdi:
“Şam-ı Şerif, Arz-ı Mev’ûd değil, Ümmet-i Muhammed’in ilim ve hizmet menzili…”
Bu bile gösterir: Biz bu topraklara bir harita gözüyle değil, bir emanet gözüyle baktık.Osmanlı’ya göre Şam, yalnızca bir vilayet değil, hilâfet coğrafyasının kalp atışıdır. Orası, Resûlullah’ın (sav) “Ya Rabbi, bize Şam’ı mübarek kıl” diye dua ettiği topraklardır. Orası, Hz. Ömer’in gözyaşı dökerek teslim aldığı, Selahaddin’in secdelerle fethettiği, Yavuz Sultan Selim’in sabah ezanı gibi girdiği yerdir.
1918… Osmanlı geri çekilirken, Şam’da sabaha karşı, Emeviye Camii’nin minaresinden son kez Osmanlı ezanı okundu. O gün, yalnızca bir ordu değil; bir çağ çekildi Şam’dan. Ve dikkat edin: Osmanlı Şam’dan çekildiği an, Kudüs işgal edildi. Kudüs’ten sonra Halep, Halep’ten sonra Musul, sonra Kerkük, sonra Gazze, sonra Doğu Türkistan… Şam bir menzildi, bir mihraptı, bir muhafazaydı.
Ve o menzilin etrafına şimdi yine pusular kuruluyor.
Bugün Şam’ın etrafındaki dağlar, bir zamanlar Eyyûbî sancaklarının dalgalandığı yerlerdi.Dervişlerin “Ya Latîf” diye inlediği vadilerdi. Ve şimdi.. Belki de bu yüzden Şam’ı yeniden yazmak, yeni bir siyaset değil, eski bir sadakat gerektiriyor.
Biz Şam’ı yalnızca bir “sorun” olarak görürsek, kaybederiz. Ama bir emanet olarak görürsek, ayağa kalkarız.
O hâlde bu yazıyı okuyan her kalbe şu cümle miras kalsın:
Şam bir şehir değil, bir sırdır. O sır çözülürse, ümmet uyanır. O sır korunursa, zulüm yıkılır.
Osmanlı arşivlerinde Dürzî isyanlarının izi boldur.
Hicaz Demiryolu’na yapılan saldırılarda, Medine’ye giden yardım kervanlarını vuran eşkıyaların arkasında çoğu zaman İngiliz altınları, Fransız subayları ve yerel Dürzî çeteleri yer alırdı.O zaman da mübarek topraklara saldıran ellerin üstü Arap, altı Batı’ydı.Bugün de değişen bir şey yok; sadece istihbarat kodları güncellendi, kuklalar yenilendi.Son zamanlarda Dürzî toplulukların bazı unsurları, özellikle Cebel-i Dürz hattında yeniden hareketlendi.Dürzî unsurların bazıları, Batılı istihbaratların gölgesinde Türkiye’ye karşı pusuya yatmış durumda. Cebel-i Dürz’de bir taş yuvarlansa, Tel Aviv’de yankılanıyor.
Mossad, Fransız DGSE ve Amerikan CIA’in uzantıları, Şam vilayetini bir “yumuşak karın” gibi görüp, burada Türkiye’ye karşı yeni taşeronlar inşa ediyor.
Türkiye, sahada PKK/YPG’ye nefes aldırmayınca, şimdi masada bu coğrafyanın başka kırılgan damarlarına sızılmak isteniyor.Bazı Dürzî aşiretleri farkında… Ama bazıları, yüzyıl önce dedelerinin kandığı gibi, yine altınlarla, vaatlerle, korkularla yoldan çıkıyor.
Oysa bir şeyi unutuyorlar:
Tarih boyunca Şam’a göz diken çok oldu… Ama gönül koyan, ruh veren sadece Osmanlı oldu.Bu yüzden düşman tedirgin, dost umutlu.
Bütün pusulalar kuzeyi gösterir… Ama ümmetin pusulası Şam’ı gösterir. Şam varsa, Kudüs vardır. Kudüs varsa, Mekke huzurdadır. Kıble bellidir, ama kıbleye götüren yolun işareti Vilâyet-i Şam’dır. Bugün biz Şam’ı unutsak da, o bizi unutmaz.
Çünkü Emeviye Camii’nin taşlarında hâlâ Osmanlı’nın abdest izi vardır.
Çünkü Halid bin Velid’in türbesinde hâlâ bir Türk neferinin gömülü duası vardır.
Türk askeri Halep’e girdiğinde insanlar neden gözyaşlarına boğuldu biliyor musun?
Çünkü onların gözünde Türkiye; sadece bir devlet değil,
kaybedilmiş şerefin adıydı,yetim bırakılmış bir ümmetin babasıydı.
Bugün Şam’a sahip çıkmak; haritaya değil, hatıraya sahip çıkmaktır. Bugün Şam’ı korumak; siyaset değil, sadakat meselesidir.
Unutma…Şam bir şehir değil, bir sırdır. O sır korunursa, ümmet kurtulur. O sır çözülürse, tarihin sesi yeniden can bulur.
Ve Türkiye’nin bu sırrı tekrar hatırlamasıyla birlikte, sadece Şam değil, tüm ümmet yeniden ayağa kalkabilir.
Biz ona hiçbir zaman sadece “Suriye” demedik. O, Biladü’ş-Şam’dı; ilimle, hikmetle, aşkla yoğrulmuş bir belde…
Tebrik ediyorum kaleminize sağlık