Bazı kavramlar vardır; sadece bir inancı, bir dönemi ya da bir milleti değil, bir ruhu taşır. Bugün hâlâ bazı çevrelerde Türk kimliğini yalnızca Tengri inancına indirgemeye çalışanlar var. Oysa tarih, bu milletin imanla yoğrulduğunda nasıl yüceldiğini, ancak İslam’la tamamlandığında asıl anlamını bulduğunu bütün berraklığıyla ortaya koyuyor.
Evet, atalarımızın bir zamanlar Tengri’ye yönelmesi bir gerçektir. Gök Tanrı inancı, evrenin tek bir yaratıcı tarafından idare edildiğine dair ilk sezgisel bilgiydi belki de. Bu bağlamda bakarsak, Tengri bir çıkıştır. Ama bir varış değildir. Tıpkı suyun buharlaşmadan önceki hali gibi… Saf, ama eksik. Yalnızca göğe bakan bir inanç, kalbin yere secde edişini tarif edemez.
Türk’ün gerçek manevî uyanışı, İslam’la birlikte başlar. Bu öyle bir birleşmedir ki; yalnızca bir dine geçiş değil, bir ahlaka, bir adalete, bir dava şuuruna uyanıştır. Türkler, İslam’ı sadece kabul etmekle kalmadı; ona hizmet etti, onun bayraktarlığını yaptı, onun uğruna kıtaları aştı. Bunun en sarsılmaz kanıtı, tarihin en mübarek şehirlerinden birine Türk eliyle hizmet götürülmesidir: Kudüs’e, Mekke’ye, Medine’ye…İlk Müslüman Türk hükümdarı Satuk Buğra Han, Kur’an’ı duyduğunda gözyaşlarına boğuldu. Dedi ki: “Ben bu sözlerin insandan çıkmadığını anladım…” Ve inandığı gibi yaşadı. O, yalnızca bir hakan değil, İslam’a adanmış ilk Türk yüreğiydi. O andan sonra Türk’ün kılıcı sadece toprak fethetmek için değil, adaleti yaymak için çekildi. Gönüller kazandı, kalelerden önce yürekler alındı.
Alparslan’ın Secdesi: 1071 Malazgirt sabahı… Bütün ordusunu topladı Alparslan. Sadece strateji anlatmadı. Bembeyaz kefen giymişti.Askerlerine dedi ki: “Bugün burada ya zafer kazanacağım, ya da şehit olacağım.” Ve namaza durdu. Zafer o secdeden doğdu. Türk’ün İslam’a açtığı en büyük kapı, bu secdenin ardından açıldı. İşte bu yüzden, Malazgirt yalnız bir savaş değil, bir teslimiyettir. Allah’a, kadere, millete adanmışlıktır.
Fatih’in Huzuru, Yavuz’un Gözyaşı: Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettiğinde secdeye kapandı. Dedi ki: “Bu fethi bana nasip eden Rabbime hamdolsun!” Fetih kılıçla değil, kalple kazanılmıştı. Yavuz Sultan Selim… Hilafeti devralmak için Mısır’a yürürken, her durakta Kur’an okudu. Hırka-i Şerif’e kavuştuğunda gözyaşlarını tutamadı. Onun gözyaşlarında, Türk’ün İslam’a duyduğu aşk gizliydi. Türkçülüğün Asıl Manası: İmanla Yoğrulmak: Bugün bazıları hâlâ “Tengri yolu” diyerek, bizi yalnız göğe bakmaya çağırıyor. Oysa biz biliyoruz ki, göğü Yaratan’a ulaşmadan sadece göğe bakmak karanlıktır. Türkçülük, yalnız soyla, yalnız dille olmaz. Türkçülük, ancak imanla, adaletle, tevazu ile ve secdeyle anlam kazanır. Ve İslam’sız bir Türkçülük; ne Oğuz Kağan’da, ne Dede Korkut’ta, ne de Alparslan’da yer bulur. Son Söz: Göğe Bakanlar, Secdeyi Unutmasın: Türk’ün yolu gökten yere indi. Ama o yere indikçe, yere eğildikçe büyüdü. Çünkü Türk, en büyük zaferini başı yerdeyken kazandı. Secdede… Kökümüz gökte olabilir… Ama biz, yönümüzü Kâbe’ye çevirdik. Ve o günden sonra, asıl millet olduğumuzu anladık.