Tarihi doğru okumak, kadını doğru anlamaktan geçer. Çünkü kadın, sadece bir anne ya da eş değil; ümmetin kalbidir, medeniyetin vicdanıdır. Kadını yücelten bir toplum yükselir, onu değersizleştiren bir millet yok olur.
Bir zamanlar bir kavim vardı…
Bir kadının güzelliği uğruna, yeryüzüne cenneti indirdiler.
Altınla, mermerle, sütunlarla bir şehir kurdular — İrem dediler adına.
Güzelliklerine, ihtişamlarına güvenip Allah’a kafa tuttular. O kadın şimdi tarihin sessizliğinde bir isim bile değildir.
Ama uğruna yapılan şehir, kibirin anıtı, helakın simgesi olarak kaldı.
Verilen değer, imanla taçlanmadığında felakete dönüşür. Allah, kadına tapılmasını değil, kadında hikmet görülmesini ister. Çünkü kadına imanla değil, ihtirasla değer veren bir kavim, en sonunda kendi elleriyle kendi sonunu inşa eder.
Tarih boyunca kadının izi, medeniyetin izidir.
Zulümle dolu saraylarda Asiye vardı — Firavun’un karşısında dimdik duran, “Ben Rabbime iman ettim” diyen.
Teslimiyetin ve iffetın sembolü Hz. Meryem vardı; bütün insanlığa temizliğin ne olduğunu öğreten.
Vahyin ilk ışığını sırtında taşıyan Hz. Hatice vardı; servetini, sevgisini, tüm varlığını Allah yoluna adayan.
Uhud’da sancağı düşürmeyen Hz. Nusaybe vardı; kolu kesildi ama imanı kesilmedi.
Rabiatü’l Adeviyye vardı; kalbiyle Allah’a yürüyen, aşkı ibadete dönüştüren.
Ve sonra zaman geçti…
Gertrude Bell çıktı sahneye. Arkeolog görünümünde Osmanlı topraklarına sızdı. Çöl tilkisi lakabını alacak kadar sinsice planlar yaptı.
Kazı yapıyor gibi görünüp ümmetin damarlarını kazıdı.
Elindeki cetvelle sınırlar çizdi, kardeşlik bağlarını böldü.
Winston Churchill’in masasında, “Ortadoğu’yu ben şekillendirdim” diye övünüyordu.
Ama o, bir harita çizdi; Allah, o haritaya bedel olarak kan, gözyaşı ve fitne yazdı.
Yine de tarih sadece hainleri değil, imanla direnen kadınları da yazdı.
Anadolu’nun cephelerinde mermi taşıyan Şerife Fatma Seher Hanımlar,
adını bilmediğimiz ama duasıyla destan yazan anneler vardı.
Çünkü kadın, sessizliğinde bile bir duadır.
Kadın düşerse toplum yıkılır, kadın ayağa kalkarsa ümmet dirilir.
İslam kadını esir etmedi; aksine, rahmetin ve vakarın temsilcisi yaptı.
“Cennet annelerin ayakları altındadır” derken Peygamber, kadına sadece sevgi değil, sorumluluk da yükledi.
Bugünse çağ değişti; ama imtihan aynı.
Bir yanda Meryemler, Asiyeler, Hatice’ler, Fatıma’lar…
Diğer yanda, Hz. Peygamber’e nefretle bakan, fitnenin ateşini yakan Ümmü Cemil.
Bugünün dünyasında da modern Ümmü Cemilleri, Gertrude Bell’leri var.
Kadını özgürleştirme iddiasıyla aslında onu metalaştıran sistemler; eşitlik söylemiyle fıtratını unutturan ideolojiler…
Kadını hanımefendi kimliğinden koparıp vitrine dönüştüren bir anlayış hüküm sürüyor.
Kimi “özgürlük” adına soyuyor, kimi “eşitlik” adına ruhunu çalıyor.
Kadını hanım olmaktan çıkarıp kimliksiz bir varlığa dönüştürmek istiyorlar.
Ama işte tam bu çağda, modern Ümmü Cemillerin çağında, Meryem olabilmek her zamankinden daha kıymetli.
Meryem olmak; kalabalıkların içinde yalnız kalmayı göze almak, Rabbinin rızasını insanların beğenisine tercih etmektir.
Meryem olmak; iffetiyle bir ümmete örnek, sabrıyla insanlığa rehber olmaktır.
Meryem olmak; bedeni değil, ruhu yüceltmek, kadının hakikatini parıltıda değil, takvada aramaktır.
Her çağın bir Ümmü Cemili varsa, Allah o çağa bir Meryem gönderir.
Kadın yeniden Meryem olursa, ümmet yeniden dirilir.
Asalet imanla başlar, iffetle tamamlanır.
Kadın hanımefendi olursa, ev huzur bulur.
Kadın merhametli olursa, toplum sarsılmaz.
İslam bir taht verdi — o taht kalplerin tahtıdır.
O kalp, ne Firavun’un sarayında sustu, ne işgalin karanlığında ezildi.
Bugün yeniden diriliş istiyorsak,
kadını yüceltmekle değil, aslına döndürmekle başlamalıyız.
Onu bedenin süsü değil, medeniyetin özü olarak görmeliyiz.
Çünkü bir milletin geleceği, annesinin duasında saklıdır.
Kadın, ümmetin kalbidir.
O kalp atarsa, insanlık yeniden dirilir.