Konuşabiliyor muyuz?
Asıl soru belki de şu olmalı: Hâlâ kendimiz gibi konuşabiliyor muyuz?
Bugün gelişim adı altında bize sunulan birçok şey, aslında yavaş bir kimlik aşınmasının süslü ambalajından ibaret. Elbette farklı diller öğrenmek kıymetlidir. İnsan, başka bir dili öğrendiğinde sadece kelimeleri öğrenmez; başka coğrafyaların tarihini, acılarını, düşünme biçimlerini de tanır. Ancak gelişmek, köksüzleşmek değildir. Ufka bakmak, aynayı kırmak anlamına gelmez.
Türkçe; Arapça, Farsça ve daha sonra Fransızca ile temas etmiş bir dildir. Bu temas bir zayıflık sayılmaz, bir imparatorluk dilinin kaçınılmaz sonucudur. Çünkü yalnız küçük ve kapalı toplumlar saf kalır; büyük medeniyetler ise iz bırakır, iz alır. Özellikle Arapçadan gelen kelimelerin varlığı son derece doğaldır. Zira Arapça, İslam’ın ortak dilidir. Bu coğrafyada iman, ilim, hukuk ve ahlak asırlarca bu dil üzerinden taşınmıştır.
Bu yüzden bugün bazı çevrelerin “selam yerine merhaba deyin” şeklindeki dayatmaları masum bakmamak gerek. Selam bir kelime değildir; bir dua, bir temennidir. Merhaba ise Türkçedir, güzeldir, değerlidir. Ama biri diğerine düşman değildir. Birini seçmeye zorlamak, dili değil; zihni ideolojik bir alana hapsetmektir.
Asıl mesele şudur:
Biz Türkçeye ne kadar sahip çıkıyoruz?
1930’lu yıllarda Sovyetler Birliği’nde Türkçe yazdığı, Türk kimliğini savunduğu için sürgüne gönderilen, idam edilen şairler, edipler, tarihçiler vardı. 1936’da başlayan o karanlık süreçte yalnız insanlar değil, bir milletin hafızası hedef alındı. Hüseyin Cavid, Ahmed Cavad ve niceleri; “aynı dili konuşuyoruz” demenin bedelini canlarıyla ödedi. Peki neden?
Gençler Batı’ya özenip kendi köklerinden utansın diye mi?
Türkiye yalnızlaşsın, Türk dünyası birbirinden koparılsın diye mi?
Avrupa beyin gücü kazansın, Doğu hafızasını kaybetsin diye mi?
Bugün hâlâ bu soruların yankısını yaşıyoruz.
Milliyetçilik; hafızaya sadakat, emanete sahip çıkma bilincidir. Türk olmak; ne başkasını inkâr etmektir ne de geçmişte kalmaktır. Türk olmak, İslam’la yoğrulmuş bir adalet anlayışını bugüne taşımaktır. Kimse Türk denince göktanrıya dönülmesini dilemez. Çünkü Türk tarihi, İslam’la birlikte zirveye ulaşmış bir tarihtir.
Biz çok kadim bir medeniyetin çocuklarıyız. Ve bugün o medeniyeti yeniden toparlamaya çalışıyoruz.
Ortak dil…
Ortak tarih…
Ortak medeniyet…
Ortak bayrak…
Ve güçlü bir Türk birliği…
Bu birlik; adalet merkezli bir medeniyet tasavvurudur. Selçuklu’yu büyük yapan, Osmanlı’yı asırlarca ayakta tutan şey tam da buydu. Kılıç vardı ama adalet daha keskindi. Güç vardı ama merhamet ondan büyüktü.
Nizamülmülk’ün “Devletin temeli adalettir” sözü, tarihî bir tespittir. Adalet gittiğinde, bayraklar dağılır; dil susar; hafıza silinir.
Bugün gençler olarak başkalarının dayattığı modernliğe kapılmak yerine, kendi değerlerimize sahip çıkmalıyız. Batı’ya benzemeye çalışmak,tarihimizi yok saymaktır. Gençlik, köküne sadık kaldığında güçlüdür. Bizim yolumuz, başkalarının dayattığı modernlik değil, kendi değerlerimizdir.
Güçlü devlet; kökleriyle barışık devlettir.
Güçlü gelecek ise; hatırlamayı bir direniş olarak görenlerin omuzlarında yükselir.
Bugün mesele yalnızca kelimeler değildir. Mesele, hangi medeniyetin hikâyesini anlatacağımızdır. Biz kendi hikâyemizi anlatmazsak, başkaları bizim adımıza yazacaktır. Ve o hikâyede ne adalet olur, ne merhamet, ne de hakikat.
Bu yüzden konuşmalıyız.
Ama başkasının diliyle değil, kendi ruhumuzla.