İnsana “en temel ihtiyacınız nedir?” diye sorsanız, birçok kişi yemek, su ve barınma der. Bu cevap doğru olmakla birlikte eksiktir. Çünkü insan, yalnızca karnını doyurarak değil, bir yere ait olduğunu hissederek de var olur ve yaşamını sürdürür. Bu bağlamda aidiyet duygusu büyük önem taşır.
Aidiyet, genel olarak bireyin kendini bir topluluğa veya bütüne ait hissetmesi olarak tanımlanır. İnsan sosyal bir varlıktır; yalnızca bireysel ihtiyaçlarını karşılamak yeterli değildir. Sosyal varoluş, aidiyet ihtiyacını da beraberinde getirir. Psikoloji ve sosyoloji alanındaki çalışmalar, aidiyet duygusunun temel bir ihtiyaç olduğunu ortaya koymaktadır. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine göre güvenlikten sonra sevgi ve aidiyet ihtiyacı gelir. Ryan ve Deci’nin öz-belirleme kuramı da aidiyeti, özerklik ve yeterlilikle birlikte temel bir ihtiyaç olarak değerlendirir.
Bireysel açıdan aidiyet duygusu, psikolojik sağlığın korunmasında önemli bir rol oynar. Araştırmalar, aidiyet duygusunun güçlü olduğu toplumlarda bireylerin hayata bağlılığının yüksek, kaygı ve depresyon düzeylerinin ise düşük olduğunu göstermektedir. Sosyal yaşamda saygı, sevgi, adalet ve destek gibi unsurlar, bireyin stresini azaltarak yaşam kalitesini artırır.
Toplumsal açıdan aidiyet duygusu, sosyal uyum ve dayanışmanın temelini oluşturur, güven duygusunu pekiştirir ve toplumun ortak hedefler etrafında birleşmesini sağlar. Bu, kardeşlik hukukunu muhafaza ederek ayrışmayı değil birleşmeyi, kutuplaşmayı değil kucaklaşmayı toplumsal kültüre dönüştürür.
Ne yazık ki, küresel elitlerin tek dünya düzeni kurma hayalleri doğrultusunda geliştirdikleri planlar ve birçok ülkede yerli işbirlikçileri aracılığıyla uygulanan politikalar, milletin devletle olan aidiyet bağını zayıflatmıştır. Yönetimde, yargıda ve kaynak paylaşımında ortaya çıkan adaletsizlikler, toplumun aidiyet duygusunu zayıflatarak sosyal dışlanma ve ayrımcılığı artırmaktadır.
Siyasi ikbal ve kişisel menfaatleri önceleyen anlayış, etnik köken, toplumsal cinsiyet, dini inanç ya da sosyoekonomik farklılıklar üzerinden yürütülen kutuplaştırma siyaseti ile bu süreci desteklemektedir. Bu nedenle adil ve şeffaf bir yönetim anlayışı kritik önem taşır. Ülkeyi yöneten siyasi erk ve bürokratik yapı adil değilse, bireylerin devlete ve kurumlara duyduğu güven sarsılır ve aidiyet duygusu zedelenir.
Kararların adil olmadığı, kaynakların eşit paylaşılmadığı, liyakatin göz ardı edilerek torpil ve kayırmacılığın esas alındığı toplumlarda, bireyler kendilerini dışlanmış ve değersiz hisseder. Bu durum, vatandaşın ülkesine yabancılaşmasına, moral ve motivasyonunun düşmesine, geleceğe dair umutlarını kaybetmesine yol açar.
Gallup’un 2021’de 96 ülkede 120 bin çalışan üzerinde yaptığı araştırma, çalışanların kurumlarda adaletli bir yönetim anlayışının uygulandığına inanmalarının, aidiyet duygusunu %70 artırdığını göstermiştir. Gelir ve kaynakların eşit dağıtılmaması, bireylerin emeklerinin karşılığını alamaması ve külfetin topluma, nimetin azınlığa aktarılması, aidiyet duygusunu zayıflatır, üretkenliği azaltır ve toplumsal bölünmeleri derinleştirir.
Yargıda adaletin sağlanamaması da aidiyet duygusunu etkiler. Adaletin olmadığı bir toplumda bireyler, kendilerini eşit ve değerli bir parça olarak göremez; can ve mal güvenliğine dair inançlarını kaybeder. Bu nedenle adalet, güçlü bir aidiyet duygusunun temel taşlarından biridir.
Sonuç olarak, bir ülkede vatandaş ile devlet arasında güçlü bir aidiyet duygusu oluşturmanın yolu, insanların mutlu ve huzurlu hissetmelerinden, güven ortamının sağlanmasından geçer. Bunu sağlayan en önemli unsur, yargıda, yönetimde ve paylaşımda adaletin tesis edilmesidir. Aidiyet duygusu sadece bireysel bir ihtiyaç değil, toplumsal bir gerekliliktir. İnsan, kendini ait hissettiği yerde kök salar, güven duyar ve yaşamaya devam eder.
Ait olmak, sadece var olmak değil; değerli hissetmek, hayatı anlamlandırmak ve yaşadığı topluma, kültüre, devlete aidiyet duyarak bunu derinden hissedebilmektir. Vatandaş ile devlet arasında oluşturulan güçlü aidiyet duygusu, ortak bir geleceği inşa etmenin en sağlam köprüsüdür. Aksi halde, büyük kalabalıklar içinde yalnızlık, topluma yabancılaşma, moral ve motivasyon kaybı gibi sorunlar toplumsal birlik ve dayanışmayı gölgeleyebilir. Bu durum, insanların doğduğu ve yaşadığı ülkeyi terk etmesine neden olur.
Ne yazık ki siyasi gücü kendi ikballeri uğruna menfaate, menfaati sömürüye, sömürüyü ise köleliğe dönüştüren yönetim anlayışının hâkim olduğu ülkelerde, vatandaş ile devlet arasındaki bağ zayıflar ve aidiyet duygusu yok olur. Bu şekilde yokluk ve sefalete mahkûm edilen toplumun hem ahlaki değerleri hem de milli ve manevi ruhu yok edilerek kaosa sürüklenir.