Bugün Türkiye’nin gündeminde yine enflasyon var. Merkez Bankası’nın açıkladığı veriler, pazardaki domates fiyatları, dövizdeki dalgalanmalar… Ancak bir sosyolog olarak beni esas kaygılandıran, bu rakamların ötesinde yaşanan derin toplumsal sarsıntı. Enflasyon artık yalnızca bir ekonomik mesele değil; toplumsal dokuyu aşındıran, bireylerin ruhunu kemiren sosyolojik bir gerçekliğe dönüşmüş durumda.
Eskiden bakkala “Ne var ne yok?” diye sormak bir sohbet kapısıydı. Bugünse insanlar yalnızca “zaruri” olana odaklanıyor. Pazar yerleri, sosyalleşme alanı olmaktan çıkıp birer stres arenasına dönüştü. “Yarın daha da pahalanır” endişesi, insanları bugünü tüketmeye zorluyor; geleceğe dair umut ve planları baltalıyor. “Tasarruf” kavramı ise artık nostaljik bir anıdan ibaret.
Eğer bu gidişat durdurulamazsa, bugün toplumun orta sınıfı olarak görülen memur ve öğretmenler, yarının “yeni yoksulları” haline gelebilir. Bu sadece maddi bir çöküş değil; aynı zamanda bir kimlik krizidir. Geçmişin statü sembolleri –ev, araba– artık birer yük gibi algılanıyor. Üniversite mezunu gençler, yaşam kurmak bir yana, hayatta kalma mücadelesi veriyor. “Dibe vurma” korkusu, daha başlamadan yaratıcılığı ve girişimciliği boğuyor.
Sürekli değişen fiyat etiketleri, toplumda kronik bir kaygı yaratıyor. Bu kolektif stres, toplumsal nezaketi aşındırıyor; trafikte, kuyrukta, gündelik hayatta öfke patlamaları artıyor.
Enflasyon, devlet-toplum sözleşmesinin zedelenmesi anlamına geliyor. Vatandaş, “koruyucu devlet” imajına olan inancını kaybettikçe, ekonomik düzene olan güveni de sarsılıyor. Komşuya borç vermek, düğünlerde altın takmak gibi geleneksel dayanışma mekanizmaları çöküyor. İnsanlar giderek kendi kabuklarına çekiliyor. Sinema, tiyatro, kitap gibi “lüks” sayılan kültürel faaliyetlerden uzaklaşmak, toplumun kültürel sermayesini zayıflatıyor.
Baskıcı fiyat kontrolleri ve keyfi regülasyonlar, enflasyonu yalnızca kronikleştirir. Kalıcı çözüm; rekabetçi piyasa yapılarının tesis edilmesi, mülkiyet haklarının güvence altına alınması ve girişimcilik önündeki bürokratik engellerin kaldırılmasıyla mümkündür. Önemli olan vatandaşa balık vermek değil; özgürce balık tutabileceği bir deniz sunmaktır. Devlet, attığı her parasal adımı açık ve anlaşılır bir dille topluma anlatmakla yükümlüdür. Çünkü güven, ancak şeffaflıkla inşa edilir.
Enflasyon yalnızca Türk Lirası’nın değer kaybı değil; insan onurunun aşınmasıdır. Bugün toplum, rakamlara sığmayacak bir kolektif yorgunluğun içindedir. Sağlam bir düzen, bireyin özgürlüğünü ve onurunu merkeze alan politikalarla mümkündür.
Unutmayalım: Bir ülkenin gerçek zenginliği, Merkez Bankası’nın kasasında değil; vatandaşlarının ruhunda birikir.