Yaz sezonu bir türlü gelemedi ya…
Yazan-çizenler, bu hususta kalem oynatmaya pek bayılıyorlar.
Gerçekten de iklim değişikliği midir? Yoksa çevresel faktörlerden kaynaklanan, özellikle “insan eliyle” vuku bulan bazı değişimlerin etkisiyle hava rejiminin bozulmasından mıdır?
Bu konularda söz söyleyebilmek için, derinlikli bir altyapı veya uzmanlık düzeyinde bir eğitim lâzım gelmekte.
Her neyse mesele bu değil.
Yaz aylarıyla birlikte az-çok vakıf olabileceğiniz gibi insanoğlunda bir rahatlama, gevşeme, kendini bir ân önce dışarıya atma hevesleri zuhur eder.
Yaz ayı “aşk ayı” mıdır? Bu sıralar yaz ve aşk temalı yazılara, köşe yazılarına çok rastlar oldum. Aslında aşk olgusunu, şu zamanda irdelemenin ne kadar mânâsız olduğunun farkındayım.
Çok eskidenmiş o “katıksız ve karşılıksız sevgi ve aşk” zamanları…
AŞK YÜZYILI… Bitti mi dersiniz?
Tabiî ki herkes, çevresini ve kendi iç âlemini kendince algıladığı çerçevede böyle bir soruya cevap verebilir. Ama şu bir gerçek, yaz aylarının gelmesi demek, tatil planlarının yapılması demek. Gerçekten de son 10 yıldır şöyle baktığınız zaman, yaz aylarını, “YAZ” ayı olarak değil de “tatil ayı” veya kaçamak ayı olarak değerlendirmek gerekebilir.
Zaten, ana akım gazetelere baktığınız zaman, Mayıs ve Haziran ayıyla beraber ilavelerinde seyahat ve tatil eklerinin olduğunu görürsünüz.
Türkiye gibi ülkelerde, her şey çar çabucak yaşama teyellenip eskitildiğinden, yaşanan veya tüketilenin eksikliği ya da yokluğu tam mânâsıyla içselleştirilemiyor. O masum ya da saf aşklar, 2000’li yıllar öncesinde kaldı, kendi kanaatime göre. Bu hususta; yaz ve tatil, yine aşk, sabah gazetesi yazarı Haşmet Babaoğlu’nun son yazılarına, bakmanızı tavsiye ederim.
****/****
Hafta sonu yine Hürriyet gazetesi Pazar ekinde, “sosyal medyanın” irtifa kaybettiğine yönelik bir köşe yazısı ilgimi çekti.
21. yy teknolojik ilerleme ve gelişmeler üzerinden kendini olumlamakta ve yine dünyamız, yüksek teknolojik aygıt ve ürünlerle, yazılımlarla ve uygulamalarla hem ekonomik hem de politik paradigmaları belirlemekte. Hâliyle bu dönemin Z kuşağı gençleri de, yüksek mikro teknolojili bir ortamda varoldukları için, yine kendilerini ifade şekilleri de teknolojik dünyaya uyumlu oluyor.
Gerçekten de yeni dönemin kodları teknoloji üzerinden yazılmakta. Gençler, kendilerini sosyal medya üzerinden ifade etmekte. İşte zamanın ruhuna istinaden, “influncer” gibi sosyal medya işleri, meslek demeyelim zuhur ediyor. Gençler saatlerce telefonunun ekranından canlı yayınlarla takipçi “kasmakta” veya ürettiği içeriğin “en iyi en değişik” olduğu iddiasıyla âna, güne damga vurma derdinde. Okuduğum yazıda artık gençlerin de bu yoğun tempodan ötürü yorgun düştükleri ifade ediliyordu. Tükenmişlik Sendromunun semptomları zuhur etmeye başlamış… Evet, belki teknolojinin içine bu raddede gark olunca, buna ne ruh ne de beden dayanabilmekte.
Ruhumuz ve bedenimiz savrulmakta; bence bir es vererek, ruhumuzun bedenimize yetişmesine müsaade edelim; biraz daha fazla dışarıda, mavi ve yeşilin ahenk içinde dans ettiği ortamlarda nefes almaya çabalayalım.
Aşk, insanı sarıp sarmalayan yaz mevsiminin durağanlığı…
Yaz demek, az biraz es vermek; keşmekeşliğe, bitmek bilmeyen maratonlara, tamamlanması gereken ödevler, projeler…
Es vermek, zorunluluklara… Bir nefes almak… Bunlar önemli hasletler. Aşk Yüzyılı geride mi kaldı bilemem, ama o masum aşklar, safiyanece yaşanan aşklar, teknoloji ağırlıklı yirmi birinci yüzyılda varlığını koruyamıyor…
Çağımız, dejenerasyonun, riyakârlığın, saygısızlığın, tahammülsüzlüğün, vicdansızlığın ve dahası merhametsizliğin tavan yaptığı bir çağ.
Acaba, modernleşmeyle beraber, insan yaşamları daha konformist ve zaman endeksli bir çıpaya bağlandığından…
O çok hassas olduğumuz hislerimizi âdeta zifiri karanlık bir tünelde gözümüzde bir bağ ile arar durumda mıyız?