Sanayi Devrimi’nin tozlu fabrikalarından bugünün dijital ofislerine kadar iş dünyasının bir evrimi oldu. 20. yüzyılın başında Henry Ford’un üretim bandı, hız ve verimlilik üzerine kurulu bir düzenin sembolüydü. O yıllarda insan, makinenin bir uzantısı olarak görülüyordu. İş dünyasının zihninde “çalışan” kelimesi, çoğu zaman “iş gücü” ile eş anlamlıydı.
Ama artık bambaşka bir çağdayız. Yapay zekâ raporları yazıyor, algoritmalar işe alımda adayları değerlendiriyor, otomasyon sistemleri üretimin çoğunu üstleniyor. Tam da bu noktada kritik soru karşımıza çıkıyor:
İnsanı hâlâ sadece bir “kaynak” gibi mi göreceğiz, yoksa onun sahip olduğu eşsiz “kaynakları” mı keşfedeceğiz?
Albert Einstein’ın şu sözü burada çok şey anlatır:
“İnsanların çoğu enerjilerini yaşamak yerine hayatta kalmaya harcıyor.”
Şirketlerin görevi artık sadece insanı istihdam etmek değil, onun gerçekten “yaşamasına” alan açmak. Çünkü ancak böyle olduğunda, o içsel enerji kuruma ve topluma değer olarak dönebilir.
Geçmişte insanın rolü üretim hattındaki bir dişliyi çevirmekti; bugün ise kurumların geleceğini şekillendiren fikirleri, yaratıcılığı ve duygusal zekâyı taşıyor. Eski modelde çalışanın iş tanımı belliydi; yeni modelde ise insanın potansiyeli sınırsız.
Bunu görmeyen kurumlar, bordrosu dolu ama ruhu yorgun bir iş gücüyle yol alıyor. Oysa biliyoruz ki:
“Bir insanın potansiyelini tüketmek, bir kaynağı harcamak değil; bir dünyayı kaybetmektir.”
Bugünün İK anlayışı, yalnızca işe alım, performans değerlendirme ya da bordrodan ibaret değil. Asıl mesele, çalışan deneyimini dönüştürmek. Psikolojik güvenlik, aidiyet, gelişim fırsatları, esneklik… Bunlar artık lüks değil, bir şirketin varlığını sürdürebilmesi için temel ihtiyaç. Google’ın yaptığı araştırmalarda bile yüksek performanslı ekiplerin sırrının, teknik becerilerden çok psikolojik güvenlik olduğu ortaya çıkıyor.
Mevlânâ yüzyıllar önce şöyle demişti:
“Sen bir damla değilsin, koca denizsin.”
Bugün iş dünyası için bu sözün anlamı şudur: İnsan bir dosya, bir unvan, bir maaş kalemi değil; içinde koca bir deniz taşıyan eşsiz bir varlıktır.
Belki de bu yüzden artık “İnsan Kaynakları” kavramını yeniden düşünmeliyiz. İnsan, tüketilecek bir kaynak değil; kendi içinde sonsuz kaynakları barındıran bir varlıktır. O kaynakları keşfeden, besleyen ve değer veren kurumlar yalnızca başarılı değil, aynı zamanda anlamlı olacak.
Ve belki de asıl farkındalık şu:
Şirketleri geleceğe taşıyacak olan şey, makineler değil; insanın kalbi ve aklı arasındaki o görünmez bağdır.