Baskının oluşturduğu korku, sadece toplumsal davranışları etkileyen bir güç değil, aynı zamanda toplumun düşünce şeklini, duygusal dünyasını ve konumunu şekillendiren bir etkidir. Nitekim geçmişten bugüne yönetimlerin toplum üzerinde kurduğu baskı, korkuyu beslemiş, toplumsal dengeyi sarsarak kalıcı psikolojik ve sosyal etkiler bırakmıştır. Korku, toplumun düşünme ve hissetme gibi birçok yetisini kaybetmesine neden olurken, özgür iradesini bastırarak susmasını sağlamıştır. Sürekli bir tehdit algısı altında yaşamak, yalnızca toplumsal yapıyı değil aynı zamanda toplumsal benliği de derinden etkilemiştir. Bu nedenle kurulan baskı ve bu baskının oluşturduğu korku, bireylerin iç dünyasında sessiz ama derin bir tahribat oluşturmaktadır.
Tarih boyunca korkunun oluşturduğu itaati gören iktidar sahipleri, halkı sindirerek kolay bir şekilde yönetmek için başvurdukları önemli bir kontrol mekanizması olmuştur. Özellikle totaliter rejimlerde özgür düşüncenin gelişimini engelleyen korku, eleştiriyi tehlikeli görmüş ve itirazların bedelini ağır ödetmiştir. Fakat zulüm ve baskı derinleştiğinde, durgunluk, toplumsal yozlaşma ve çöküşün kaçınılmaz hale geldiği ise hep göz ardı edilmiştir. Bu yüzden tarihsel süreç, baskı ve korkunun insana yöneltilmiş en etkili ve tehlikeli silah olduğunu gösterirken, aynı zamanda bu silahın sonunda sahiplerini de vurduğunu göstermektedir. Çünkü zulümle abat olunamamıştır.
Kurulan baskı ile eleştiri suç, sorgulama saygısızlık, yenilik ise tehdit olarak görülmüştür. Korkunun egemen olduğu bir toplumda fikirler değil kabullenme, boyun eğme ve kaderine razı olma normalleşmektedir. Özellikle liderlerin siyasi ikballeri uğruna körükledikleri “biz” ve “onlar” ayrımı toplumu kutuplaştırarak toplumsal ayrışmayı derinleştirmiştir. Bu durum sosyal etkileşimi bozarak bireyleri yalnızlaştırmış ve manipülasyonlara açık hâle getirmiştir. Bu durumu fırsata dönüştürmek için toplumun hassasiyetleri dikkate alınarak geliştirilen sloganik söylemler ile kitleler çok kolay bir şekilde yönlendirilmiştir.
Sonuç her ne kadar böyle olsa da tarihi süreç bize baskı ve korkunun gölgesinde bile insanoğlunun akıl, sanat ve özgür düşünceyi geliştirdiğini göstermektedir. Örneğin ortaçağın karanlığından sıyrılarak Rönesans, Aydınlanma ve Sanayi Devrimi gibi büyük sıçramalar yapan Avrupa’nın, hem özgür düşüncenin gelişmesine hem de toplumsal gelişime ciddi katkılar sunduğunu göstermektedir.
Ne yazık ki batıda bu gelişmeler olurken başta İslam dünyası olmak üzere diğer birçok toplumda yenilikçi fikirler değil, biat ve sadakatin ödüllendirilmesi, eğitim sisteminde eleştirel düşünceyi değil, itaat eden bireylerin yetiştirilmesi toplumun geri kalmasında önemli bir rol oynamıştır. Resmi ideolojinin ön plana çıkarılmasından dolayı otorite tarafından belirlenen “resmî doğrular” sorgulanamaz hâle gelmiş ve bu anlayış, gelişim ve değişimin önünde önemli bir engel oluşturmuştur.
Toplumsal alanda görülen bu durağanlık, ekonomik dinamikleri de doğrudan etkilemiştir. Oysaki inovasyon ve girişimcilik, ancak özgür fikirler ile birlikte gelişmektedir. Baskıcı bir düzende ekonomik yaşam kontrol altına alınarak bireylerin risk alması engellenmekte, yeni fikirler bastırıldığı için üretkenlik azalmaktadır. Böylece toplumsal çürüme sadece ahlaki yozlaşma ile sınırlı kalmamakta aynı zamanda ekonomik alanda da baş göstermektedir.
Diğer taraftan baskı ortamlarının kaçınılmaz sonuçlarından biri de “yalakalık” kültürünün gelişmesidir. Bu yapıda güç sahiplerini eleştirenler cezalandırılırken, onları övenler ve itaat edenler ödüllendirilmektedir. Bu basit mekanizma, zamanla samimiyetsiz övgü ve sahte onay kültürünün gelişmesine neden olurken, insanlar inanmadıkları şeyleri söylemeye ve gerçekleri gizlemeye başlamaktadır. Özellikle bürokrasinin, işini iyi yapan liyakatli insanların değil, otoriteye sadakati olanların kontrolüne geçmesi hem kurumsal işleyişi hem sosyal yapıdaki çürümeyi derinleştirerek, birçok insanın nokta kadar menfaat için virgül gibi eğilmesini sağlamaktadır.
Diğer taraftan baskıcı rejimler meşruiyetini halktan değil baskı ve korku ile oluşturdukları yapıdan almaktadır. Gönüllü destek yerine zorunlu boyun eğme sağlanarak, bazen dış tehditler, bazen içerideki muhalifler hedef gösterilerek düşman imgeler oluşturulmaktadır. Bu suni düşmanlar ile oluşturulan korku iklimi, güç sahiplerinin iktidarını pekiştirmekte ve toplumun dikkatini gerçek gündemden uzaklaştırarak yapay gündemler ile meşgul etmektedir. Bu şekilde oluşturulan körü körüne bağlılık ve itaat, zamanla çıkara dayalı kirli bir ilişki ağını geliştirmekte ve bu yapı, küçük bir azınlığı mutlu ederken toplumun büyük çoğunluğunu sefalete mahkûm etmektedir. Bu yapı, karanlık ve modern köleliği esas alan bir düzendir.
Bu düzenin alternatifi, özgür, şeffaf, hesap verebilir ve adil bir sistem ile birlikte ahlaklı bir toplumun oluşturulmasıdır. Çünkü böyle bir sistemde insanlar fikirlerini özgürce söylemekte, eleştiriler korkusuzca yapılmakta, farklılıklar tehdit olarak değil zenginlik olarak kabul edilmektedir. Bu yapı hem değişen koşullara uyum sağlamayı kolaylaştırmakta hem de şeffaf ve hesap verilebilir bir anlayışı toplumsal kültüre dönüştürmektedir. Herkesin düşüncesini ifade etmesi hem toplumun hatalarından ders almasını sağlamakta hem de toplumsal hafızayı güçlendirerek istişare kültürünü geliştirmektedir.
Sonuç olarak bir toplumda oluşan baskı ve korku, toplumu bir kısır döngüye hapsetmekte sorunların çözülmesi yerine daha fazla sorunun ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu kısır döngüden kurtulmanın yolu temel ahlaki değerlere sahip, araştıran ve sorgulayan bireyler yetiştirmek, özgürlükleri genişletmek, şeffaf bir yönetim anlayışı ve adaletle hükmetmekten geçmektedir.
İnsan doğası gereği düşünen, sorgulayan ve üreten bir varlıktır. Bu potansiyelin bastırılması insanın varoluşunun özüne aykırıdır. Fikirler baskı ortamlarında değil ancak özgür ortamlarda filizlenmekte, yeşermekte ve olgunlaşarak insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkarmaktadır. Bunun sağlanması sadece politik bir tercih değil, insan onur ve haysiyetinin korunması için bir zorunluluktur. Bu yüzden yönetimde başarı; baskı ve zulüm ile değil, Nisa Suresi 58. ayette de belirtildiği gibi, emanetlerin ehil olanlara verilmesi ve insanlar arasında hükmederken adaletle hükmedilmesiyle mümkündür…
