“Tuz, su, ekmek gördüm; yoldan ayrılırsam tuttuğunuz kılıç boynuma vurula.”
Bu söz, bir zamanlar Osmanlı erenlerinin yeminidir. Sofrada tuzun hakkını bilmek, suyun kıymetini anlamak, nimete nankörlük etmemek; insanın hem inancına hem onuruna bağlılığını gösterirdi. Bir yemin değil, bir duruştu bu. Bugün o yemin unutuldu, o duruş sarsıldı. Nimetin bereketi azaldı çünkü şükrün manası kayboldu.
Bizim medeniyetimiz aileyle başlamış, edep ile büyümüştü. Çocuk, annesinin dizinin dibinde edebi öğrenir; baba, susarak vakarını gösterirdi. Öğretmen sınıfa girdiğinde sessizlik hâkim olur, büyüğe hürmet bir görev değil, gönül borcuydu. Oysa bugün, bu değerlerin çoğu nostaljiye karıştı. Saygı yalnızca ilkokulda öğretilen bir kural gibi kaldı; büyüklere hürmet “eski kafa” olmakla dalgaya alındı.
Zaman değişti, evet. Ama insanın özüne, ruhuna dokunan şeyler zamana teslim edilmemeliydi. Bugün gençler ekranların ışığında büyüyor; her şey “görünür olmak” üzerine kurulu. Bir annenin sözüne kulak vermek yerine, sosyal medyada “trend” bir cümleye kulak veriliyor. Aile içi saygı, sabır, mahremiyet gibi kavramlar artık “ağır” geliyor. Anne baba, rehber olmaktan çıktı; çoğu zaman çocuklarının videolarında birer figürana dönüştü.
Bir zamanlar mahallenin büyüğü söze başladığında herkes susardı. Şimdi herkes aynı anda konuşuyor ama kimse kimseyi dinlemiyor. Çünkü ruh, dikkat ister; ama biz ruhu değil, görüntüyü büyütüyoruz. Göz var, gönül yok. Ses var, mana yok.
Edep, bizim kimliğimizdi. O olmadan ilim kibir olur, özgürlük başıboşluk. Bugün “kendim oluyorum” diyen bir anlayış var ama o “kendilik”, köksüz bir yalnızlığa dönüşmüş durumda. Çünkü kimliğin temeli inançtır, inancın temeli de edeptir. Dini değeri olmayanın, milli değeri de olmaz. İmanla beslenmeyen bir toplum, değerlerini yalnızca lafta taşır.
Bir milletin çözülmesi, savaşla değil, aileyle başlar. Sofralar sustuğunda, dualar azaldığında, evin içinde sevgi saygının yerini almadığında, o milletin temeli çatlar. Bugün o çatlakları yaşıyoruz. Anne babalar çocuklarından çekiniyor, çocuklar kendi sınırlarını çiziyor. “Aman karışmayayım” cümlesi, ebeveynliğin yerini aldı. Aile içindeki bu suskunluk, milletin geneline yayılan bir sessizliğe dönüştü.
Bir milletin dirilişi tankla, topla, teknolojiyle olmaz. Ruhla olur. Ruhun da mekânı, ocağın başıdır. Evin içindeki dua, bir ülkenin geleceğidir. Sofraya saygı, nimete şükür, büyüğe hürmet — bunlar sadece gelenek değil, bir medeniyetin omurgasıdır.
Bugün yeniden hatırlamak zorundayız: Aile sadece bir kurum değil, bir ruhtur. O ruhu kaybeden millet, yönünü kaybeder. Çünkü anne duası, bir ülkenin en güçlü ordusudur; baba vakarının yerini hiçbir yasa dolduramaz.
Evin nuru sönmeden, milletin umudu sönmez. Ama o nurun sönmemesi için sofraya bereketi, kalbe merhameti, dile duayı geri getirmemiz gerekiyor.
Bizim yeniden dirilişimiz, o eski yemini hatırlamakla başlar:
“Tuz, su, ekmek gördüm; yoldan ayrılırsam tuttuğunuz kılıç boynuma vurula.”
O yol, sadakatin, ahlakın, imanın yoludur.
Ve o yoldan ayrılan, önce insanlığını; sonra milletini kaybeder.
