Atatürk denildiğinde çoğumuzun zihninde askerî zaferler, siyasi devrimler ve inkılaplar canlanır. Çanakkale’nin kahramanı, Sakarya’nın başkomutanı, Cumhuriyet’in kurucusu… Hepsi doğrudur ama eksiktir. Çünkü Atatürk yalnızca cephede kılıcıyla değil, iktisatta aklıyla da büyük bir devrimciydi. Onun asıl görülmeyen yönü, aslında bir iktisatçı kadar derin düşünmesi, bir ekonomist kadar ileri görüşlü olmasıydı. Hatta bana kalırsa, Atatürk bu toprakların yetiştirdiği en büyük iktisatçıdır ama bunu kimse bilmez.
Atatürk’ün bağımsızlık anlayışı yalnızca siyasetle sınırlı değildi. O, “siyasi bağımsızlık, ekonomik bağımsızlıkla tamamlanmadıkça yaşayamaz” diyerek meseleyi çok net ortaya koymuştu. Osmanlı’nın son yüzyılında borçlar, kapitülasyonlar, yabancı devletlerin baskısı altında ezilen bir milletin çocukları, bağımsızlığın yalnızca kılıçla değil, ekonomiyle de korunacağını acı tecrübelerle görmüştü. Atatürk, işte bu gerçeği kavrayarak Cumhuriyet’i ekonomik özgürlüğün üzerine inşa etti.
Lozan’da kapitülasyonların kaldırılması için gösterdiği direniş, yalnızca bir diplomasi başarısı değil, aynı zamanda bir ekonomik devrimdir. Çünkü o, eğer Türk milleti kendi gümrüğünü, kendi vergisini, kendi ticaretini kontrol edemezse bağımsızlığın kâğıt üzerinde kalacağını biliyordu. İşte tam da bu yüzden Lozan’daki ısrarı, bugün hâlâ üzerinde yaşadığımız özgürlüğün temel taşıdır.
Savaşın ardından daha Cumhuriyet ilan edilmeden Şubat 1923’te İzmir’de toplanan İktisat Kongresi ise Atatürk’ün görülmeyen iktisatçı tarafının açık bir belgesidir. Halk yorgun, ülke harap, kaynaklar sınırlı ama Atatürk’ün gündeminde ekonomi vardır. Çünkü asıl mücadelenin ekonomi sahasında verileceğini çoktan görmüştür. Kongrede alınan kararlar bugünkü Türkiye’nin ekonomik kimliğinin ilk çizgileridir: milli tüccar desteklenecek, köylü modern tarım araçlarıyla buluşturulacak, işçinin hakkı korunacak, sanayileşme için adımlar atılacak. Daha Cumhuriyet ilan edilmeden ekonomik bağımsızlığın yol haritası çizilmiştir.
Atatürk’ün devletçilik anlayışı da çoğu zaman yanlış anlaşılır. Kimileri onu sosyalist ilan eder, kimileri liberal. Oysa Atatürk ideoloji peşinde değildi; gerçeğin peşindeydi. Türkiye’de sermaye yoktu, girişimci sınıf zayıftı, özel sektörün tek başına kalkınmayı gerçekleştirmesi imkânsızdı. O yüzden devletin öncü olması gerekiyordu. Devletçilik, işte bu ihtiyaçtan doğdu. Sümerbank’tan Etibank’a, şeker fabrikalarından demiryollarına kadar atılan adımlar, yalnızca sanayi yatırımı değil, aynı zamanda bağımsızlığın çimentosuydu.
Atatürk’ün köylüye bakışı da ekonomik vizyonunun merkezindeydi. “Köylü milletin efendisidir” derken romantik bir slogan atmıyordu. O, Türkiye’nin asıl gücünün köylüde olduğunu biliyordu. Ama bu köylünün ilkel yöntemlerle üretim yapmasının ülkeyi ileriye taşıyamayacağını da görüyordu. Ziraat okulları, kooperatifler, tohum ıslah çalışmaları, tarımda modernleşme hamleleri hep bu yüzden başlatıldı. Atatürk için köylü, yalnızca milletin efendisi değil, aynı zamanda ekonominin temeli, bağımsızlığın garantisiydi.
1930’lu yıllarda hazırlanan beş yıllık sanayi planları ise onun ne kadar ileri görüşlü olduğunu gösterir. O dönemde Sovyetler Birliği’nden uzmanlar çağrıldı ama onların sistemini birebir kopyalamadı. Atatürk, her bilgiyi Türkiye’nin şartlarına uyarladı, özgün bir kalkınma modeli kurdu. Bu planlarla sanayiye ivme kazandırıldı, fabrikalar kuruldu, iş sahaları açıldı. Bugün hâlâ dimdik ayakta duran birçok sanayi tesisinin temelinde bu planlı vizyon vardır.
Şimdi dönüp baktığımızda, Atatürk’ün zaferlerini anlatırken hep askeri cephelerden bahsederiz. Sakarya, Dumlupınar, Büyük Taarruz… Ama aslında en büyük zaferlerinden biri de ekonomideki bağımsızlık mücadelesidir. Eğer Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu iktisadi temeller atılmasaydı, bugün özgürlüğümüzü konuşmak bile zor olurdu. Atatürk’ün gerçek mucizesi, bağımsızlığı kalıcı hale getiren iktisadi devrimdir.
Ne yazık ki bu yönü pek bilinmez. Atatürk’ü yalnızca bir asker, yalnızca bir siyasetçi olarak anlatmak, onu eksik anlamaktır. O, bir düşünürdü; devlet kurucusu olduğu kadar, iktisat stratejisti deydi. Hatta bana göre, Cumhuriyet’in en büyük iktisatçısı Atatürk’tür. Çünkü ne bir bankacıydı, ne bir tüccar, ne de bir iktisat profesörü. Ama halkının ihtiyaçlarını, dünyanın yönünü ve geleceğin gerekliliklerini okuyarak yepyeni bir ekonomik düzen kurdu. İşte bu yüzden en büyük iktisatçı odur, ama bunu kimse bilmez.
Bugün hâlâ ekonomik bağımsızlık tartışılıyorsa, hâlâ üretim yerine tüketime dayalı bir düzenle boğuşuyorsak, hâlâ dış borçların gölgesinde hareket ediyorsak, demek ki Atatürk’ün öğrettiklerini tam anlamıyla içselleştirememişiz. Oysa yol bellidir: üreteceksin, kendi ayaklarının üzerinde duracaksın, ekonomini başkasının insafına bırakmayacaksın.
Atatürk’ü anlamak demek yalnızca onun askerî dehasını anmak değil; aynı zamanda iktisatçı yönünü de görmek demektir. Çünkü bize sadece bağımsız bir vatan bırakmadı, o vatanı ayakta tutacak ekonomik vizyonu da miras bıraktı. Ve işte en çok da bu yüzden Atatürk, bu milletin en büyük iktisatçısıdır. Ama dediğim gibi, bunu kimse bilmez.