Suriye haritasına uzaktan bakanlar, belki sınırları, kentleri ya da petrol sahalarını görür. Ama yakından bakanlar bilir ki bu toprakları asıl şekillendiren şey; sınırlar değil, aşiretlerdir. Çölün ortasında göçebe bir çadırdan yükselen bir söz, bazen bir sarayın planından daha etkili olabilir. Çünkü aşiretler, bu coğrafyanın sadece sosyal omurgası değil, siyasi yönündür.
Suriye’de nüfusun yarısından fazlası aşiret yapıları içinde yaşar. Şammar, Tayy, Baggara,Hadidiyin, Okaidat gibi büyük yapılar; sadece toplumsal kimlik değil, bölgesel güç anlamına gelir. Deyrizor’dan Rakka’ya, Haseke’den Halep’in kırsalına kadar aşiretlerin etkisi, rejimden ya da uluslararası aktörlerden önce hissedilir. Osmanlı, bu topraklara 1516’da girdiğinde, bir işgal gücü gibi değil; emanetin sahibi gibi yaklaştı. Suriye’deki aşiret yapılarıyla kavga etmek yerine, onları tanıdı, dinledi, saygı gösterdi. Devlet, aşiret reislerine beratlar, fermanlar, nişanlar verdi; karşılığında sadakat, barış ve yol güvenliği aldı.
Baas rejimi, özellikle Hafız Esad döneminden itibaren, aşiret yapısını zayıflatmak için planlı bir siyaset izledi. Sadık aşiretler desteklendi, muhalif olanlar ya sindirildi ya da bölündü. Toplumun doğal örgütlenmesi olan bu yapılar yerine, merkezi ve korkuya dayalı bir kontrol mekanizması kuruldu. Ancak zorbalıkla bastırılan aidiyet, bir gün mutlaka başkaldırır.
2011 sonrası Suriye’de patlayan isyanın altında sadece politik nedenler yoktu; aşiretlerin bastırılan hafızası, hor görülen onuru da vardı. Özellikle Deyrizor ve Rakka çevresinde, aşiretlerin yeniden söz alma çabası, bu bastırılmışlık halinin doğal sonucudur. ABD’nin desteklediği terör örgütü PKK/YPG, Fırat’ın doğusunda bir “Kürt kantonları zinciri” inşa etmeye çalıştı. Ancak bu topraklar büyük oranda Arap aşiretlerinin yaşadığı alanlardı. PKK, bu bölgelere yerleşmeye çalıştıkça, karşısına sessiz ama güçlü bir direniş çıktı: aşiretlerin sahipsiz kalmamaya dair kararı. Bu aşiretler sadece etnik bir refleksle değil, topraklarını, geleneklerini ve Osmanlı’dan kalan adalet hafızasını korumak için ayağa kalktı. Son yıllarda Deyrizor’da PKK’ya karşı başlatılan yerel direniş hareketlerinin temelinde bu damar vardır.
Türkiye, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekâtlarında sadece askeri üstünlük kurmadı. Aynı zamanda sosyolojik bir diplomasi yürüttü. Bölgedeki aşiret liderleriyle yapılan temaslar, uzun vadeli bir stratejinin parçasıydı. Çünkü Türkiye biliyor ki; bu coğrafyada toprak kazanmak kadar, gönül kazanmak da hayati önemdedir.
MİT ve TSK’nın sahadaki başarıları, sadece teknik istihbaratla değil; bölge halkını ve aşiret yapılarını tanıma kabiliyetiyle şekillendi. Türkiye, Suriye’nin doğusundaki aşiretleri muhatap alarak, onların özlemlerini dinleyerek ve rejim ile terör örgütlerinin aksine bastırmak yerine saygı göstererek, adım adım bu toplumsal yapılarla bağ kurdu. Türkiye ile Suriye arasında sadece sınır yoktur; ortak tarih, ortak acı, ortak kan, ortak mezar taşları vardır. Halep’teki bir aşiret büyüğüyle Erzurum’daki bir dede arasında sadece soy değil, şuur da ortaktır. Suriye’nin geleceği, sadece uluslararası masalarda şekillenmez . Suriye’nin geleceği, Rakka’nın kırsalında, Deyrizor’un çöl yollarında, Haseke’nin köylerinde bir aşiret reisinin duasında, halkının duasında şekillenir. Türkiye için bu coğrafyada atılacak her adım, sadece jeopolitik değil; tarihe sadakat ve geleceğe vefa meselesidir.