İnsanlar neden bu kadar mutsuz, öfkeli ve güvensiz? Bunun asıl nedeni, yaşadığımız sosyal çöküşün merkezinde yer alan “paranın ve menfaatin kölesi olmuş insanlıktır.” Para, geçmişten günümüze insanlık tarihinin en güçlü icatlarından biri olmuştur.
Başlangıçta yalnızca basit bir takas aracı olarak kullanılan para, zamanla gücün, statünün, yatırımın ve mutluluğun ölçütüne dönüşünce insanlara efendi, insanlar ise ne yazık ki ona köle olmuştur. Modern dünyanın kapitalist sistemi, para kazanmayı hem bir yaşam biçimine hem de statü kazanma aracına dönüştürerek insanları maanadan uzaklaştırıp maddeye mahkûm etmiştir. Oysa yaşamın anlamı inşa eden temel ahlaki değerler ve bu değerlerin oluşturduğu erdem, bireyin insanca yaşamasını sağlamış, toplumsal hayata yön vererek toplumsal düzenin temelini oluşturmuştur. Ailede kazanılan dürüstlük, okulda pekişen adalet duygusu ve sokakta edinilen saygı, bireyin etik değerlerini biçimlendirmiştir. Ancak modern yaşam biçimi, güç ve statü kazanma arzusu ile insanları daha çok çalışmaya ve kazandıkça daha çok tüketmeye yönlendirerek onları modern sömürü düzeninin birer parçası haline getirmiştir. Bu anlayış, bireyin gücünün, statüsünün ve refah düzeyinin, ne kadar kazandığından çok, kazancının helal olması, yaşam tarzı ve sahip olduğu erdem ile ölçülmesi gerektiğini unutturmuştur.
Hal böyle olunca değer yargıları değişmiş, paranın gücüne dayalı bağımlılık yalnızca bireyleri değil, toplumun dokusunu da tahrip etmiştir. Sosyal yaşamın her alanını doğrudan etkileyen paranın köleleri, daha fazla kazanç uğruna ahlaki değerleri yok saymış ve sade maddi çıkarlarına odaklanmıştır. Bu durumun oluşturduğu paylaşımdaki adaletsizlik, toplumun büyük bir kısmını açlık ve sefalete mahkûm etmiştir. Çünkü onlar, parayı yaşamak için bir araç olarak değil, amaç haline getirmiştir. Bu bakış açısı, birçok insanın sahip olduğu insani değerleri kaybetmesine yol açmıştır. Sonuçta paranın kölesi olan bu zihniyet, bireylerin dürüstlük, merhamet ve adalet gibi değerleriyle değil, kazandıkları servet ve sahip oldukları maddi güçle ölçüldüğü bir düzeni hâkim kılmıştır. Böyle bir ortamda rüşvet, yolsuzluk, dolandırıcılık, çıkar ilişkisi gibi gayri ahlaki davranışlar artmış, toplumsal güven sarsılmış ve toplumsal yozlaşma derinleşmiştir. Para, sosyal yaşamda her şeyin ölçüsü haline gelince doğrular ve yanlışlar önemini yitirmiş, tüm ilişkiler kâr-zarar hesapları üzerinden değerlendirilir hale gelmiştir.
Bu durum, ortak değerler etrafında birlikte yaşama kültürünü ve yardımlaşma duygusunu yok ederek, sömürüye dayalı bir sistemi doğurmuştur. Paranın köleleri, zenginliği bir değer ölçüsü sayıp lüks tüketime yönelmiş, zenginliği statü sembolleriyle özdeşleştirmiş ve marka bağımlılığı gibi eğilimler ile sosyal yaşamlarını biçimlendirmiştir. Böyle bir yaşam tarzının sosyal statülerini yükselttiğine inanmışlardır. Oysa “merkebe altın semer takılsa merkep aynı merkep” olduğu gerçeği göz ardı edilmiştir. Ne var ki toplumun büyük bir kısmı, bu insanları kim olduklarına göre değil, sahip oldukları statü ve zenginliklerine göre değerlendirerek ahlaksızlıklarını ve hırsızlıklarını görmezden gelmiştir. Bu durum samimiyeti ortadan kaldırmış, iletişimi zayıflatmış, arkadaşlıkları ve dostlukları çıkar ilişkisine indirgeyerek, bireyleri yalnızlaştırmış ve toplumun kolektif ruhu kaybettirmiştir. Paranın köleliği, gençler üzerinde de olumsuz etkiler yaratmıştır. Birçok genç, emek ve ahlak yerine kestirme yoldan zengin olmanın yollarını aramaya başlamıştır. Sosyal medyada yayılan “lüks ve şatafat kültürü”, yeni nesile “değerli olmak için zengin olmak zorundasın” mesajını vermiş, bu durum gençlerin diploma yerine kriptoya, bilgi yerine etkileşime, emek yerine kolay kazanca yönelmesine neden olmuştur. Sistem onlara dürüstlük ve ahlak yerine “ne yap et, kazan” anlayışını aşılamıştır.
Bu nedenle aldatma, dolandırıcılık ve yasa dışı yollar istisna değil, adeta birer seçenek haline gelmiş, eğitim, üretim, alın teri ve helal kazanç gibi değerler geri planda kalmıştır. Bu yozlaşma, genç kuşakların değerler sistemini tahrip etmiş, emekle değil fırsatçılıkla yükselmeye çalışan bir neslin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Özellikle paranın kölelerinin yarattığı gelir dengesizliği, lüks semtlerin yanı başındaki yoksul bölgelerde yaşayanların öfkesini artırmıştır. Böylece sosyal yapı daha da kutuplaşmış, dayanışmanın yerini rekabet, empatinin yerini kin ve nefret almıştır. Gelinen noktada helal kazanç, iyilik, doğruluk, vicdan ve emek gibi değerler paranın gölgesinde kalmıştır. Paranın kölesi olan güruh, başkalarının hakkını ve hukukunu hiçe sayarak her yolu mubah gören bir canavara dönüşmüştür. Bunun en bariz örneği, Filistin’de genç-yaşlı-kadın-çocuk demeden insanlık suçu işleyen terör devleti İsrail ile her şeye rağmen ticaretin sürdürülmesidir.
Bütün bunlar değerlendirildiğinde, toplumun yeniden inşası için ahlaki değerlerin ekonomik çıkarların önüne geçtiği bir düzenin kurulması hayati önem taşımaktadır. Bir toplumun gerçek zenginliği ve refah düzeyi, banka hesaplarındaki para miktarı ile değil, vicdanlı bireyleri, adil kurumları ve ahlaki değerler ile yoğrulmuş toplumun sahip olduğu erdem ile ölçülür. Onurlu bir yaşam, haksız kazanç ile elde edilen servetle değil, erdem, adalet, vicdan ve merhamet gibi temel ahlaki değerler ile şekillenir. Toplumun yeniden inşası ise yalnızca bireysel farkındalık ile değil, eğitim politikalarının değerler eğitimi temelinde geliştirilmesi, medyanın sorumluluk bilinciyle içerik üretmesi, aile yapısının korunup desteklenmesi, gelir adaletinin sağlanması ve kamu kurumlarının şeffaflık ilkesiyle yapılandırılması gibi çok boyutlu ve sistematik bir yaklaşım ile sağlanabilir. Bu nedenle ahlaki değerlerin toplumsal kültüre dönüştürülmesi, uygulanabilir politikaların hayata geçirilerek sosyal adaletin sağlanması ile mümkündür…